Türkiye'de eğitim dünyasında yaşananlar üzerine fikirler
Türkiye’de eğitim süresi tartışmaları yeniden gündemde. Yeni eğitim sistemiyle ilgili farklı senaryolar konuşuluyor. Buna göre liselerdeki 4 yıllık zorunlu eğitimin, 2 yıl zorunlu 2 yıl isteğe bağlı (2+2 modeli) ya da 3 yıl zorunlu 1 yıl isteğe bağlı (3+1 modeli) şeklinde yeniden düzenlenmesi değerlendiriliyor. Ayrıca üniversite eğitiminin de 3 yıla düşürülmesi gündemde. Bu öneriler, “modernleşme”, “esneklik” veya “verimlilik” gibi kavramlarla sunuluyor. Ancak bu yaklaşım, zaten eksik ve sorunlu parçalarla yürüyen eğitim yapbozuna bir eksik parça daha eklemekten öteye gidemeyecektir.
Türkiye’de birçok öğrenci hâlâ okuma alışkanlığı kazanamadan, temel düşünme ve ifade becerilerini tam geliştiremeden lise mezunu oluyor. Üniversitede ise dört yıllık programlarda dahi öğrenciler mezun olduklarında çoğu zaman mesleki yeterlilik açısından eksik kalıyor. Bu tablo ortadayken, “eğitim süresini kısaltalım” demek, bir binanın temelini zayıflatıp çatısını büyütmeye çalışmak gibidir.
Bu önerinin ardındaki mantık da tartışmalıdır. Kimileri bu düzenlemenin ekonomik gerekçelerle, kimileri ise “hızlı mezun verelim, iş gücüne erken katılsınlar” düşüncesiyle ortaya atıldığını söylüyor. Ancak kimse şu soruyu sormuyor: Niteliksiz mezunların sayısını artırarak mı, yoksa nitelikli bireyler yetiştirerek mi ülke kalkınır? Eğitim, süresiyle değil, içeriği ve niteliğiyle verimlidir. Kısaltma elbette tartışılabilir; ancak bu tartışmayı ve olası uygulamayı, eğitimi bugünkü karmaşık hale getiren aynı zihniyetin yürütmemesi gerekir.
Zaten bugüne kadar yapılan sayısız müfredat değişikliğiyle ders saatleri, konu yoğunlukları ve ölçme biçimleri sürekli elden geçirilmiştir. Şimdi de “eğitim süresini azaltmak” gibi radikal bir adımın tartışmaya açılması, bu sistemin hiçbir uzun vadeli plana dayanmadığını bir kez daha göstermektedir. Eğitimde süreyi kısaltmadan önce, mevcut sürenin ne kadar etkili kullanıldığını sorgulamak gerekir. Öğrencinin sınıfta geçirdiği saatlerin gerçekten öğrenmeye hizmet edip etmediği, öğretmenlerin bu sürede ne kadar özgür ve verimli çalışabildiği tartışılmadan yapılan her değişiklik, yine o bildik yapbozun yerinden oynayan bir parçası olacaktır.
Üstelik bu tartışma, “az dersle çok şey öğretme” yanılsamasını da beraberinde getiriyor. Finlandiya, Japonya veya Güney Kore gibi ülkeler sıkça örnek gösteriliyor, ancak bu ülkelerin başarısı eğitim süresinin uzunluğunda ya da kısalığında değil; tutarlılık, planlama ve istikrarda yatmaktadır. Bizde ise plan yerine “deneme”, istikrar yerine “gündem değişikliği” vardır. Her yeni bakan, önceki bakanın sistemini bozarak işe başlıyor; sanki eğitim bir miras değil, kişisel bir proje alanıymış gibi davranılıyor.
Süre kısalırsa, bu durum öğrenciler üzerinde ciddi bir baskı yaratacaktır. Konular daralacak, öğrenme süreci hızlanacak ve derinleşme yerine yüzeysellik kaçınılmaz olacaktır. Öğretmenler de daha az zamanda aynı müfredatı yetiştirme baskısıyla karşı karşıya kalacaktır. Yani bu adım, eğitim kalitesini artırmak yerine, öğrenmeyi hızlandırılmış bir ezber sürecine dönüştürme riski taşımaktadır.
Sonuç olarak, eğitim süresini kısaltmak; sorunları çözmek yerine üzerini örten, istikrarsızlığın üstüne yeni bir katman ekleyen bir uygulama olacaktır. Öğrenci, öğretmen ve veli zaten sürekli değişen müfredatın içinde yönünü kaybetmişken, şimdi bir de sürenin azaltılması, eğitimi hızlandırılmış bir koşuya dönüştürecektir. Ancak unutulmamalı: Eğitim bir yarış değil, bir inşa sürecidir. Süreyi kısaltmak inşaatı hızlandırabilir ama temeli çürütür.
Eğitimde gerçek reform, süreyi azaltarak değil; mevcut sürenin içini bilgiyle, düşünmeyle, üretkenlikle ve adaletle doldurarak mümkündür. Yapbozun eksik parçaları tamamlanmadan, kutudan yeni parçalar çıkarıp tabloyu yeniden düzenlemek, sadece daha büyük bir karmaşaya yol açacaktır. Eğitim sistemi, günü kurtaran düzenlemelerle değil, geleceği planlayan bir vizyonla ayağa kalkabilir.
Kemal Duran
7 Ekim 2025